27 Şubat 2011 Pazar

SEN BENİM GÖNLÜMDE AÇAN SON GÜLDÜN



SLOGANLAR ÜLKESİ




Değerli dostlarım,

Yaklaşık bir aydır yazılarıma ara vermiştim . Bunun nedeni yazacak konumun bitmesinden değil, beklentileri karşılayamama korkusudur. Son yazımdan sonra o kadar çok olumlu tepki aldım ki, sizlere güzeli vermek kuşkusu içime düştü. Bunun benzerini genç futbolcular yaşıyorlar. Takımda yer alıp harikalar yaratıyorlar. Ancak olumlu tepkiler alıp şöhreti yakalayınca alt yapıları da uygun değilse, beklentileri karşılamayıp demoralize oluyorlar. Sonucunda  belki de futbolu erken yaşta bırakıyorlar. Aslında bende bu duyguların olmaması gerekir, ben ne parlak bir futbolcu nede kendini kitlelerin beklentisini karşılayacak ve yazdıklarından para kazanacak bir yazarım. Amatörce duygu ve düşüncelerini ulaşabildiklerine anlatmaya çalışan bir garip Okan Yasan’ım. Bu nedenle çoşkuyla yazmaya devam kararı aldım.

Yazılarıma gelen yorumlardan anladığım kadarı ile, memleketimizde çoğu kimse yaşadığımız süreçten şikayetçi ve bu süreçten çıkabilmek için ışık arıyorlar, lider arıyorlar. Acaba birileri bize destek olabilirmi? Acaba birileri yazıları ile ufkumuzu genişletebilir mi?

İnsanların arayış içinde olmaları çok güzel, çünkü gelişimin sonu yok herzaman daha güzelini aramak, bulmak ve uygulamak gerekiyor. Bende bir katkı sağlayabilirmiyim diyerek çalışma yapıyorum.

Çok ufak yaşlarımda Üsküdar Tunusbağı’nda oturan büyük halamızı ziyaret etmek için ailece  yola çıkardık. O dönemlerde Bebek –Taksim arasında çalışan troleybüse biner Beşiktaş’ta inerdik. Ama zaman zaman da kesilen şehir elektiği nedeniyle yolda kalır yürüyerek devam ederdik. Boğazı geçen motorlar  6-7 kişilikti, kapalı bir yer bulursanız ıslanmazsınız,  yoksa biraz deniz suyu üzerinize gelirdi. Üsküdar’dan Tunusbağ’ına troleybüslerle Toptaşı cezaevini geçerek giderdik. Büyük halamızın evi Karacaahmet mezarlığına yakındı ve o zamanlar şehir suyu yetersiz olduğu için Hamidiye suyu sakalar tarafından katır sırtında dağıtılırdı. Yoğurt, sahlep, boza da satıcıların sırtında satılırdı. Boza, boza, boza!!! 

Nerelerden nerelere geldik. Gerçekten yoksulluk, gerçekten ihtiyaçların tam ortaya çıkmadığı zamanlar. Aslında dünyada olanları da tam bilemiyor tam izleyemiyorduk. Hürriyet gazetesi, okuyabildiğimiz sınırlı kaynaklardı. Birinci sayfanın üst köşesinde Türk bayrağı ve altında  ‘’ Türkiye Türklerindir ‘’ yazısı vardı. Bugünde aynı bayrak ve slogan yerinde duruyor. Değişen siyasi anlayış farklılık yaratmamış,  slogan ‘’ Türkiye Türkiye’lilerindir ‘’ olmamış gene aynı çizgiyi takip ediyor. Aslında siyaset anlayışı değişmemiş, ancak siyaset değişmiş.

Ben Kapitalist sistemle, ilkokul zamanında tanıştım. Okullarda süt arası denilen beslenme zamanı vardı. Amerika süt tozu göndermişti. İlkokul talebeleri beslenme arasında  güğümler içindeki sütü içerek büyümeye ve gelişmeye çalışırlardı. Tabi ki kapitalist sistem açlıktan ölecek millet yerine  malını satabileceği toplumları hayatta kalmalarını sağlamak planlı yapılan işlerden olmalıydı.

Amerika, dönemin dışişleri bakanı Marshall’ı adıyla anılan  geri kalan ülkelere yardım planı başlatmış, insanların açlıktan ölmemesini amaçlıyordu. Kore savaşına katılan Türkiye’nin  katkılarına karşılık, milyonlarca dolarlık silahlara ilave olarak yiyecek de veriyordu, ama bence amaç farklıydı.

Bilgisayar konusunda uzman bir arkadaşıma internet ne zaman bulundu diye sordum. Cevap şaşırtıcıydı. 2. dünya savaşı sonrası Amerikan ordusu tarafından kullanılmaya  başlanmıştı. Ancak on yıllar boyunca açıklamamışlar, istedikleri zaman devreye almışlardı. Politikaların uygulaması da aynı, sloganları da ‘’zayıflatma ki sömüresin’’.

Bizde de sloganlar çok;

  • Tam Bağımsız Türkiye
  • Faşizime karşı omuz omuza
  • Herşey vatan için
  • Komunistler Moskova’ya
  • Türkiye Türklerindir
  • Tek yol devrim gibi…

Bu sloganlar arasında önemini ciddi anlamda koruyabilen kalmışmıdır sizce? Türk musikisindeki beste azlığı gibi, siyasi sloganlarda da azalma ve uygulama eksikliği var. Bu, üretim azlığına mı işaret ediyor? Yollar yürümekle aşınmaz diyenler bile siyasetten emekli olunca sessiz kalıyorlar. 
Bu kadar tepkisiz kalanlar Afrika’dan örnek almalılar. Domino  benzetmesi var, evet doğrudur. Oyunda taşları siz koyarsınız  gelişme ve bitişi vardır. Sonra ne zaman isterseniz bir dokunuş ve taşlar yerlerde. Taşların altında kim ve ne kalmıştır, çok ilgilenmezsiniz.  Gecekondularda böyle değil mi? Konarlar ve işlevi bitince bir dokunuşla yıkılır gökdelen olurlar. Afrika’da böyle   !!! taşlar yıkılmaya görsün.   Önemli olan yıkılma değil kimin ne amaçla taşları, gecekonduları, iktidarları yıktığıdır. Galiba Kapitalist sistem emerging marketlerin boyutlarını büyütmeye çalışıyor bu ülkelerde değişime gidiyor.
Aklımıza şu soru geliyor. Ülkeler kendi insanları tarafından mı  yönetiyorlar ? Türkiye Türkiye’den mi yönetiliyor?

Yıllar önce İngiltere’ye lisan eğitimi için gittiğimde kış gerçekten çok soğuktu. Kiraladığım mutevazı odanın içinde ısınabileceğim elektrikli soba ve odanın dışında banyo, tuvalet vardı.  Elektrikli cihazlar içine para atmadığınız sürece çalışmazdı. Ya para atıp ısınacak, yıkanacak ya da yorganın içine girecektiniz. Odadaki bozuk televizyon çalışmadığı için Türkiye’den haber alamazdınız. O zamanlar BBC‘de Türkiye ile ilgili haberler olmadığı için, cihaz çalışsa da bir işe yaramazdı. İletişim için kaynaklarımız kırmızı telefon külübeleri ve rahmetli ağabeyimin 15 günlük gazeteleri posta ile İngiltere’ye göndermesi ve benimde gelişmeleri takip edebilmemdi. Çevremde Türk arkadaşlarımında çok az sayıda olması memleket özlemi, aile özlemi, yalnızlığı mı arttırıyordu.

Gene o soğuk ve yanlızlığın pik yaptığı Şubat ayının bir gününde  kapım çaldı. Gelen postacıydı, gazetelerim gelmişti.  Çok sevinmiştim geçicide olsa yalnızlığımdan kurtulacaktım. Ancak kötü haber, benim sevinç yaşamama engel oldu.Üsküdar Müsiki Cemiyeti’nde hocalığımı yapan değerli insan Emin Ongan 2 Şubat 1985 ‘de vefat etmişti. Sevincim bir anda büyük üzüntüye dönüştü. Kendimi daha da yalnız hissettim.

Kendinizi bir an için  şirketin patronu olarak düşünün. Genel Müdür randevu alıyor ve büyüme için planını açıklıyor , işleri büyütmek istiyor. Proje şudur, sonuç için yatırım sermayesi veya kredi gerekiyor vs !!!   Fizibiliteye göre makul bir süre sonra kara geçilecek ve yatırım bedeli geri dönecek. Genel Müdür nede olsa eğitimli, donanımlı insan. Güzel sunuşla sizi ikna ediyor ve yatırım başlıyor. Makul süre sonunda doğru harcamalar yapılır, borçlar ödenir, yatırım geri döner ve büyüme sağlanırsa mesele yok. Patron memnun, Genel Müdür memnun.

Peki ara dönemlerde gereksiz yapılan harcamalar, yanlış proje yapıp arada işletim sermaye ihtiyacı olursa ne yaparsınız? Destek vermezsiniz. O zaman proje tehlikede. Destek verirsiniz belki büyüme sağlanır ama borçlar büyür ve belki bir gün karşılanamaz duruma gelir. Sonunda belki iflas.

Evet günümüzde az rastlanan durumlar değil. Patron mutsuz, Genel Müdür mutsuz.

Türkiye’nin borçlarının giderek artması, büyüme olmasına rağmen sizi düşündürmüyormu?

Üniversiteye giriş için  iki milyon civarında sınava giren kişi var. Bence daha önemli konu 800.000 civarında OKS için sınava girecek çocuklar. Onlar istikbalimiz için hem güvence hem de potansiyel tehlike. Düşünün, bu çocuklar 10 yıl sonra sizden iş isteyecekler, aş isteyecekler o zaman ne olacak?
Bu çocukların beklentilerinin karşılanması için 10 yılda düzenli olarak büyümenin % 9-10' lar cıvarında olması gerekiyor ki, mutlu bir gelecek bizi beklesin. Dünyada büyümede ilk sırayı Katar alıyor % 16 faaliyet alanı petrol, kimya, çimento. İkinci sırada Singapur var büyüme      % 14,7 faaliyet alanı gemi yapımı, bankacılık, hizmet sektörü İstanbul kadar bir ülke.           170 milyar USD ihracat yapıyorlar. Bazı küçük ülkeler gerçekten başarılı olmuşlar.

Hollanda bunlardan biri. Toprakları yetersiz ama hayvancılık ve ticaret yapıyorlar. Danışmanlıkta uzmanlaşmışlar, bütün dünyaya hizmet veriyorlar. Ya İsviçre’ye ne demeli? hangi kaynakları var? Sulser, banka, saat, çikolata, turizm konularında uzmanlaşmışlar. Sulseri biraz açayım, rahmetli babam denizciydi ve SS Samsun gemisinde çalışırdı. Gemi İtalya Cenova tersanelerinde yapılmış uzun yıllar kullanıldıktan sonra emekli edildi ,belkide jilet oldu.Üzerindeki Sulser buhar türbini İsviçre’de imal edilmiş o tarihlerde malzeme Şili’den geliyor. Avrupa’nın ortasında denizi olmayan İsviçre’de imal ediliyor ve tersanelerin olduğu ülkelere gidiyor, başarı öyküsü değilde nedir?

Çalışmadan, disiplinli çalışmadan , planlı çalışmadan olmuyor. Bugünlerde öğrendiğime göre Sulser yeniden moda olmuş, gemilerde tekrar kullanılmaya başlanmış. Bizde bilinçli çalışırsak neden başarı öyküleri yaratmayalım? O zaman OSS’de vız gelir, OKS ‘de.

Değerli dostlarım şimdilik fena gitmiyoruz.  Ama birileri karar verip sizin son kullanma tarihiniz doldu derse ne yaparız? Aman domino taşına kimse dokunmasın, gecekondular yıkılmasın diyerek Cuma namazına Eyüp Sultan’a dua etmeye mi gidelim? Aman dikkat sevinçlerimiz hüzüne dönüşmesin.

Türkiye ziyaretinde Sarkozy ‘’ Demokrasiniz varsa  AB’ye girme ısrarınız neden? ‘’  demiş çok beğendim. Gerçekten  demokrasi kültürümüz  oluşursa, planlı çalışma ile hedeflerimize ulaşmamız her zaman mümkün.

Bunun için Sosyalisti, Kemalisti, dincisi, köylüsü, işçisi, Türkü, Kürdü , Lazı  hep birlikte         ‘’ Tam bağımsız Türkiye ‘’ için gayret sarfetmeliyiz. Türk markalı otomobil yaptırmayı düşünenler siyasiler bu konuyu es geçmemelidirler.

Şimdi öğrendim Necmettin Erbakan vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Onun düşüncesinde de  ‘’ Tam bağımsız Türkiye ‘’ vardı. 

Tam bağımsızlık için Atatürk ve arkadaşları nasıl örnekse, 68 kuşağı bunu kendine iş edinmişse ve yaptıkları ile gurur  duyuyorlarsa fikirleri farklıda olsa Necmettin Erbakan bir örnektir.                                                        

Zaten Aşık Veysel’de güzel söylemiş ‘’Koyun kurtla gezerdi fikir başka başka olmasa ‘’

Unutmayalım sloganlar ülkesinde ‘’Herşey vatan için ’’

Saygılarımla,







HER KAYA PARÇASINDA BİR VENÜS HEYKELİ SAKLIDIR



                                                                                                                



Askerlik görevimi yapmak üzere Polatlı’ya gittiğimde soğuğun bu kadar fazla olması kelimeleri kifayetsiz bırakmıştı. Kar bile farklı yağıyordu . Kar tanelerinin havadan süzülüp toprağa değdiğinde kristalleşmiş olduğunu görüyorduk sanki film studyosunda yağdırılan suni kar gibiydi. Arazide çaylar açık yerler yerine toprağın altına kazılmış çay ocaklarında veriliyordu. Ölmeden mezara girmek gibi birşey.

Asteğmenlik için çektiğim kurayı bölük  komutan vekili  Sedat Girişen teğmenim okuyamadı. Kendisiyle iyi ilişkiler içinde olan bölük kıdemlisi Okan Erzurum Oltu ilçesini çekmişti. Gerçekten o güne kadar  ismini bile duymadığım Oltu’ya gidecektim .  Kurada Adana,İstanbul ,Söke,Ankara  varken bu Oltu nereden çıkmıştı ?  Çok disiplinli,  sert ,çoğumuzun korktuğu tabur komutanımız olan Çağatay  Çınar Yarbay ‘da etkilendiğimi , üzüldüğümü görüp alışılmışın dışında ‘’ Evladım Türkiye’nin her yeri kutsaldır ‘  diyerek destek olmaya çalışmıştı. Ama birde bana sorun. Her iki değerli subayı rahmetle anıyorum.Özellikle Sedat teğmenim tipiyle, tabancayı asarak taşımasıyla çizgi kahramanı Tommiks  benzeriydi ama Polatlı ‘da gezinen trafik canavarı onu da yakalamıştı.

Oltu’ya gitmeden önce  bilgi almak istedim. Nasıl bir yer ? Neyi meşhur ? Soğuk mu?  Fazla bilgi veren çıkmadı. Şimdiki gibi internet yokki bakalım. Gözleri yaşlı önce uçakla Erzurum’a oradanda  otobüsle Oltu’ya . Üç saat süren yolculuk sonunda Oltu’ya ulaştık.  Zaman içinde yeşillikler içinde, kar yağmayan, soğuk olmayan , Karadeniz’e yakın bir ilçe olduğunu görüp yanıldığımızı anlamıştık. Hiçbirşey uzaktan algılandığı gibi değildi .

Bilinen  kaynakları Oltu taşı ve Cağ kebabı . Cağ kebabı aslında dönerden biraz  farklı , bölgesi Şenkaya,Narman . Oltu’da Cağ yapan tek bir yer vardı. Odun ateşinde yatık döneri çevirip sonra şişe geçirerek  soğanla servis edilirdi. Diğer dönerler gramla satılır ve bildiğimiz tüplü sistemle pişerdi. İkiside güzel ama Cağ daha güzel . Seksenli yılların başında Erzurum’da Cağ yoktu daha sonraları başladı . Bu nedenle Cağ kebabı Erzurum menşei değildir biraz küzeyin stilidir.

Oltu taşı ise başka bir hikaye. Taş aslında  bir kömür çeşidi ve iki ayrı madenden çıkar. Kömürü tespih haline getirenler Türkmenler . Ufak atölyelerde el tornaları ile çalışırlar ve üretimlerini  satarlardı. Haftasonları  vaktim olduğu  ve kurduğum dostluklar nedeniyle  o atelyölerde Türkmenlerle çalışırdım. Zamanla işi biraz daha öteye taşıyıp olağan modellerin dışına çıkarak kendi modellerimi geliştirdim ve bu modelleri yurtdışında ilk sergileyen kişi oldum  bunun aksini ispatlayan bilgi yok. Özellikle yağmur damlası özel tasarımım olmuştu. Erzurum Taş Mağazalarında satılanlar genelde Oltu ürünüdür.

Yaşadığım süre içinde unutamayacağım bir anım var. Askeri misafirhanedeki odada sporcu komando asteğmen arkadaşım  Hüseyin Turoğlu ile kalıyordum kendisi Fenerbahçe kürek takımının milli sporcusuydu . Tarih 30 Kasım 1983 sabah 6.30 cıvarı bir anda bina sallanmaya, sirenler çalmaya başladı. Kendimizi dışarı zor attık .Çok şiddetli deprem yaşamıştık.Evler ,cami minareleri yıkılmıştı, vefatlar vardı. Emir üzerine hemen birliğe intikal ettik.İlk aldığımız haber Narman bölgesinde yüzlerce ölenin olduğuydu. Acilen onlara yardıma gitmeliydik.Konvoy yola çıktı askeri araçlar sıra halinde ilerlerken Narman’da yıkık evler,camilerle dolu yollardan geçtik ancak durmadık bizim görevimiz daha önemliydi diğer birlikler nasıl olsa Narman ile ilgilecekti . Hedef bölgemize geldiğimizde sorunun ne kadar ciddi olduğunu anladık . Koyunören  dağın tepesine yerleşik 200 hanelik bir köydü. Köye giden yola toprak kaydığı için kullanma imkanı yoktu. Bizde tırmanarak köye ulaştığımızda korkunç manzaraya şahit olmuştuk. Köy yerle bir olmuştu 100' den fazla ölü vardı. Yaşlı bir dede enkaz üzerine oturmuş ağlıyordu.Yardım amaçlı yaklaştığımda  komutan gidenlere yapacak birşey yok canlıları kurtarın birde canavar var şimdi kan  kokusuna  canavarlarlar saldırır önlem alın  demişti. Canavar dedikleri kurtlardı. Bizde önlem aldık onları koruduk, ölenleri çıkarttık.Yağmurda ıslanan dağa tırmanarak yiyecek içeçek getirip açığa soba kurduk. İlk etapda yaşamın devamını sağladık. Çıplak kalan ufak kız çocuğunu soğuktan korumak için parkamın içine sokup sobanın yanında ısıtmaya çalışmamı unutmak uzun yıllar mümkün olmadı  bir süre sonra devletin diğer birimleri geldiler. Ertesi gün dönemin güçlü adamı Kenan Evren dağa tırmanarak köylüleri ziyaret etti .Kendisinide orada görme imkanı oldu.

Bir gerçek vardı olaganüstü durumda vatandaşın yardımına önce asker ulaşmaktaydı. Askerin görevi arasında bu konu öncelikli olarak var bu daha sonra birazda terör nedeniyle Temmuz 1997 de EMASYA  protokolu altında resmileşti ve Şubat  2010 da sona erdirildi. EMASYA Emniyet, Asayiş,Yardımlaşmanın kısa adı ancak son yıllarda biraz şekil değiştirmişti . Gerek iktidar gerekse askerin genel kabulu ile kaldırıldı . Şimdi deprem ,acil durumda askerin görevi varmı ? yok mu ? bilmiyorum  sanırım acil  afet ,yardımlaşma  birimleri kuruldu .  Madem askerin bu tür görevleri ortadan kalktı o zaman ordu stratejisini gözden geçirmeli sınırlara muharip birlikleri , iç bölgelerede eğitim ve logistik birlikleri konuşlamalı artık her şehire birlikler  konuşlatmak ihtiyacımız yok . Düşman tarifide değişti, stratejik yaklaşımlarda. Askeriyeden boşalacak  arazilere üniversite,hastane gibi birimler konulabilir. Davutpaşa kışlasının Yıldız Üniversitesi olması  buna güzel bir örnektir.
Şimdi size bir soru sorayım. 3 general bir araya gelirlerse ne yaparlar?

  • Dedikodu yaparlar
  • Poker oynarlar
  • Memleketin durumunu konuşurlar
  • Sevgililerini konuşurlar. 

Elbetteki memleketin durumunu konuşurlar. Eğer iç hizmet kanunun 35 .maddesine   ilgili yorumu yaparsan bazılarıda  gerekli gördükleri zaman durumdan vazife çıkartırlar.  B  planı çalışmasını yaparlar belki hayata geçirirler belki çöpe atarlar. Eğer bilgi sızarsa ,iyi organize olmazlarsa  açıkta kalırlar.  Sonrada bir şekilde mahkemeye verilirler  belkide mahkum olurlar. Bunu hepimiz biliyoruz ama net ifade etmiyoruz. Yasadan çıkartırsın sorunu halledersin.Ülkemizde demokrasi anlayışı olumlu yönde değişti  artık kişi ve kuruluşlar kolay kolay ihtilal peşinde olamazlar bunu herkes anladı ve kendine bir ders çıkardı  bu nedenle artık balyoz gibi davaları sürdürmek kan davası yaratmaktan başka işe yaramaz.

Unutmayalım ‘’ Her kaya parçasının  içinde  Venüs heykeli saklıdır’’ hüner onu kayadan çıkarıp sanat eseri haline getirmektir. İşte o zaman tadından yenmez.

Bu da siyasilerimizin becerisine kalmıştır.

Saygılarımla